David Hume: Neden-Sonuç İlişkisinin Sır Perdesini Aralayan Bir Kuşkuculuk Seyahati
Merhaba felsefe meraklısı dostlarım! Bugün sizlerle, düşünce dünyamızda bir dönüm noktası yaratan, adeta zihinlerimizi sarsan bir isme, David Hume’a yakından bakacağız. İskoç Aydınlanması’nın bu parlak zekası, özellikle kuşkuculuk ve neden-sonuç ilişkisi üzerine getirdiği radikal bakış açısıyla, felsefenin seyrini değiştirmiş, hatta Immanuel Kant gibi dev isimleri bile “dogmatik uykusundan” uyandırdığını söyleyerek etkilemiştir. Hazırsanız, bilgiyi algılama şeklimizi kökten değiştiren bu şaşırtıcı serüvene hep birlikte dalalım.
Hume’un felsefesinin kalbinde yatan temel ilke, ampirizmdir. Yani, tüm bilgimizin kaynağının deneyim olduğunu savunur. Ona göre zihnimiz, dünyaya boş bir levha (tabula rasa) olarak gelir ve tüm bilgiyi duyularımız aracılığıyla ediniriz. Hume, algılarımızı iki ana kategoriye ayırır: izlenimler ve ideler. İzlenimler, duyumsadığımız her şeydir; yani görme, işitme, koklama gibi doğrudan deneyimlerdir ve son derece canlıdırlar. İdeler ise, bu izlenimlerin zihnimizdeki soluk kopyaları, hatırladıklarımız, hayal ettiklerimizdir. Hume için bir fikrin geçerli olabilmesi için mutlaka bir izlenime dayanması gerekir. Bu temel ayrım, onun kuşkuculuğu için bir zemin hazırlar.
Peki, Hume bu ampirik zeminden hareketle neden-sonuç ilişkisine nasıl bir darbe indiriyor? Gelin bunu bir örnekle somutlaştıralım. Düşünün ki bir bilardo masasının başındasınız. Beyaz topa vurdunuz ve top, kırmızı topa çarptı. Kırmızı top hareket etti. Her zaman böyle olur, değil mi? Bizim için bu, beyaz topun kırmızı topun hareket etmesine neden olduğunun açık bir kanıtıdır. Ama Hume size sorar: “Gerçekten ne gözlemlediniz?”
Hume’a göre biz, bir olayın diğerini takip ettiğini gözlemleriz; yani bir topun hareket ettiğini, sonra diğer topun hareket ettiğini görürüz. Bu, sürekli yanyanalık (constant conjunction) durumudur. Beyaz topun kırmızı topa “neden” olduğunu, aralarında “zorunlu bir bağlantı” olduğunu görmeyiz, hissedemeyiz, duyumsayamayız. Sadece birinin diğerini takip ettiğini ve bu olayın hep aynı şekilde tekrarlandığını gözlemleriz.
Peki o zaman, biz bu neden-sonuç bağlantısı fikrini nereden ediniyoruz? İşte Hume’un asıl dehası burada ortaya çıkıyor. Ona göre bu, bir alışkanlık ya da adet meselesidir. Tekrar tekrar A olayının B olayını takip ettiğini gözlemlediğimizde, zihnimiz bu ardışıklığa alışır ve A gerçekleştiğinde B’nin de gerçekleşmesini beklemeye başlar. Bu beklenti, mantıksal bir çıkarım veya gözlemlenebilir bir gerçeklik değil, tamamen psikolojik bir eğilimdir. Yani neden-sonuç ilişkisi, gözlemlenebilir bir gerçeklik değil, zihnimizin deneyimlerimizden çıkardığı bir beklenti, bir inançtır.
Bu nokta, Hume’un indüksiyon problemine geçişini sağlar. İndüksiyon, tekil gözlemlerden yola çıkarak genel bir kurala ulaşma yöntemidir. Örneğin, “Güneş her sabah doğar” gözleminden, “Güneş her zaman doğacaktır” sonucuna varmak gibi. Hume der ki: “Geçmişte güneşin her sabah doğduğunu gözlemlemiş olmamız, onun yarın da doğacağını mantıksal olarak garanti etmez.” Evet, güçlü bir beklentimiz var, çünkü bunu sayısız kez deneyimledik. Ama bu sadece bir beklenti, bir alışkanlık meselesi, kesin bir bilgi değil. Geleceğin geçmişe benzeyeceği varsayımı, mantıksal olarak kanıtlanamaz; o da zaten kendisi geçmiş deneyime dayalı bir alışkanlıktır. Bu durum, bilimsel bilginin temellerini bile sarsar, çünkü bilim çoğunlukla indüksiyona dayanır.
Hume’un bu kuşkuculuğu, özellikle neden-sonuç ve indüksiyon konularında, felsefe dünyasında derin yankılar uyandırmıştır. Eğer nedensellik sadece bir alışkanlık ise, o zaman bilimsel yasaların zorunluluğu ne anlama gelir? Doğa kanunları gerçekten “kanun” mudur, yoksa sadece bizim sürekli gözlemlediğimiz ardışıklıklar mıdır? Bu, evrene ve bilgiye bakış açımızı temelden değiştiren bir meydan okumadır.
Peki, Hume bizi bu kadar karamsar bir tabloyla mı baş başa bırakıyor? Hayır, aslında onun amacı bizi umutsuzluğa düşürmek değil, bilginin sınırları konusunda daha mütevazı olmaya ve dogmatik iddialardan kaçınmaya davet etmektir. Ona göre, bazı şeyleri kesin olarak bilemeyiz, ama bu, yaşamaya ve eylemeye devam etmemiz gerektiği gerçeğini değiştirmez. Alışkanlık ve pratik yaşam, bizi ayakta tutan yegane güçlerdir. Günlük hayatımızda sebep-sonuç ilişkilerine inanmaya devam ederiz, çünkü bu bizim işimize yarar, hayatta kalmamızı sağlar. Ancak felsefi olarak bu inancın rasyonel bir temeli olmadığını biliriz. Bu, bilgelikle cehalet arasındaki hassas dengede bir yaşam sanatıdır.
Hume’un bu radikal fikirleri, özellikle Aydınlanma Dönemi felsefesini derinden etkilemiştir. En bilinen etkisi ise şüphesiz Immanuel Kant üzerindedir. Kant, Hume’un neden-sonuç ilişkisine getirdiği eleştiriyi okuduğunda, kendi ifadesiyle “dogmatik uykusundan uyandığını” söylemiştir. Kant, Hume’un haklı olduğunu, nedenselliğin doğrudan deneyimden gelmediğini kabul etti. Ancak Kant, nedenselliğin zihnimizin dış dünyayı algılama biçiminin temel bir kategorisi olduğunu, yani bizlerin dünyayı zaten sebep-sonuç bağlamında algılamak üzere donanımlı olduğumuzu savunarak bu açmazı aşmaya çalıştı. Bu, felsefede yepyeni bir dönemin, kritik felsefenin başlangıcı oldu.
Günümüzde bile Hume’un kuşkuculuğu, bilim felsefesi ve bilgi teorisi alanındaki tartışmalarda merkezi bir rol oynamaya devam ediyor. Bilimsel metotların sınırları, geleceğe yönelik tahminlerin güvenilirliği ve insan bilgisinin nihai doğası üzerine düşündüğümüzde, David Hume’un sesini duymaya devam ediyoruz. O, bize sadece ne bildiğimizi değil, aynı zamanda neyi bilemeyeceğimizi de gösteren, gerçek bir entelektüel pusuladır.
Sevgili felsefe dostları, gördüğünüz gibi Hume’un neden-sonuç ve kuşkuculuk üzerine fikirleri, sadece akademik birer konu olmaktan çok öte. Onlar, dünyayı algılama biçimimizi, bilimsel bilgiyi sorgulama şeklimizi ve hatta günlük kararlarımızı bile derinden etkileyebilecek güçlü düşüncelerdir. Belki de bir dahaki sefere bir şeyin başka bir şeye “neden olduğunu” düşündüğünüzde, Hume’un fısıltısını duyarsınız: “Acaba gerçekten bir zorunlu bağlantı mı gözlemliyorum, yoksa sadece zihnimin yarattığı bir alışkanlık mı bu?” Bu sorularla yaşamak, felsefenin o eşsiz derinliğini hissetmek demektir. Unutmayın, felsefe sadece sorular sormakla kalmaz, aynı zamanda bize cevapların ne kadar karmaşık olabileceğini de gösterir. Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere, felsefeyle kalın!