Sartre’ın İzinde: Özgürlüğümüz, Sorumluluğumuz ve Varoluşsal Kaygımız
Merhaba sevgili felsefe dostları! Bugün sizlere, düşünce dünyamızda derin izler bırakmış, adını duyduğunuzda belki biraz ürkütücü, belki de heyecan verici bulacağınız bir isimden bahsetmek istiyorum: Jean-Paul Sartre. Özellikle varoluşçuluk akımının kalbinde yer alan bu büyük düşünür, biz insanlara öyle bir ayna tutuyor ki, o aynada gördüklerimizle yüzleşmek cesaret istiyor. Sartre’ın felsefesi, aslında günlük hayatımızın ta kendisiyle, yani seçimlerimizle, kaygılarımızla ve sorumluluklarımızla doğrudan ilgili. Hazırsanız, bu derin yolculuğa çıkalım ve Sartre’ın bize fısıldadığı hakikatleri keşfedelim.
Sartre’ın felsefesinin temelinde yatan en sarsıcı iddia şudur: “Varoluş özden önce gelir.” Ne demek bu? Gelin basitçe açıklayalım. Bir kalem düşünün. Kalemin özü, yani ne olduğu ve ne işe yaradığı (yazmak), onun var olmadan önce tasarlanmıştır. Bir mimar bir bina tasarlar, önce binanın özü (plancılık, kat sayısı, işlevi) zihnindedir, sonra bina var olur. Ancak Sartre’a göre insan için durum böyle değil. Biz insanlar, önceden belirlenmiş bir “öz” ile, yani ne olacağımıza dair bir reçeteyle doğmuyoruz. Bizler, dünyaya atılmış birer “hiçlik” olarak geliriz ve yaşamımız boyunca yaptığımız her seçim, attığımız her adım, verdiğimiz her karar ile kendi “özümüzü” inşa ederiz. Yani varoluşumuz, kendi kimliğimizi, değerlerimizi ve hatta “insanlığımızı” kendimizin yarattığı anlamına gelir. Bu, hem inanılmaz bir güç hem de baş döndürücü bir yükümlülük, değil mi?
İşte tam da bu noktada, Sartre’ın o meşhur “mutlak özgürlük” kavramıyla karşılaşıyoruz. Eğer önceden belirlenmiş bir doğamız yoksa, o zaman her konuda tamamen özgürüz demektir. Sartre’a göre, insan “özgür olmaya mahkûmdur.” Bu cümle ilk duyulduğunda bir çelişki gibi gelebilir, ancak aslında hayatımızın gerçeğini özetler. Her an, her durumda seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Sabah uyandığımızda ne giyeceğimizden, kariyer yolculuğumuzda hangi kararı alacağımıza, hatta hangi inançlara sahip olacağımıza kadar her şey, bizim özgür seçimimizin bir sonucu. Sartre, “seçmemek de bir seçimdir” der. Bir eylemden kaçınmak, kayıtsız kalmak bile bilinçli veya bilinçsiz bir tercihin sonucudur. İşte bu sınırsız özgürlük, bizi aynı zamanda sınırsız bir sorumlulukla baş başa bırakır.
Peki, bu sınırsız özgürlüğün ve beraberindeki sorumluluğun anlamı ne? Sartre, “biz neysek, biz onu seçtiğimiz için oyuz” der. Bu, hayatımızdaki her şeyin, hatalarımızın, başarılarımızın, karakterimizin, hatta hislerimizin bile bizim seçimlerimizin bir ürünü olduğu anlamına gelir. Başımıza gelen kötü şeylerde bile, onlara karşı takındığımız tutum ve verdiğimiz tepki, bizim sorumluluğumuzdadır. Kimseyi, hiçbir koşulu suçlayamayız. Özgürlüğümüz o kadar mutlak ki, eylemlerimizle sadece kendimizi değil, aslında tüm insanlığı da inşa ettiğimizi söyler Sartre. Çünkü her bir seçimimiz, “tüm insanların böyle davranması gerektiği” yönünde evrensel bir ilke koymak gibidir. Örneğin, eğer ben zor durumda birine yardım etmeyi seçiyorsam, aslında “insanların zor durumda olanlara yardım etmesi gerekir” gibi bir değer yargısını dünyaya sunuyorum demektir. Bu düşünce, tek tek bireyler olarak omuzlarımızdaki yükü inanılmaz derecede artırıyor.
İşte tam da bu noktada, Sartre’ın bahsettiği “varoluşsal çözülme” ya da diğer adıyla “kaygı (angoisse)” duygusu ortaya çıkar. Bu kaygı, bildiğimiz sıradan korku veya endişe değildir. Sartre’a göre bu, bizim mutlak özgürlüğümüzün ve bu özgürlüğün getirdiği devasa sorumluluğun farkına vardığımızda hissettiğimiz bir duygudur. Bir uçurumun kenarında durduğunuzu hayal edin. Aşağı düşmekten korkarsınız. Bu normal bir korkudur. Ama Sartre’ın bahsettiği kaygı, o an uçurumdan aşağıya atlama özgürlüğünüzün de farkına varmak, yani o eylemi yapıp yapmama kararının tamamen sizin elinizde olduğunu idrak etmektir. İşte bu derin özgürlük ve sorumluluk, insanı bir tür varoluşsal baş dönmesiyle karşı karşıya bırakır. Kendi varlığımızın ve geleceğimizin tek yaratıcısı olduğumuzu bilmek, aslında hiçbir dayanağımızın olmadığını, her şeyin havada asılı durduğunu fark etmek, korkutucu gelebilir. Bu kaygı, aslında insan olmanın kaçınılmaz bir parçasıdır ve hakiki bir yaşamın ön koşuludur. Çünkü bu kaygı, bizi kendi seçimlerimizi gözden geçirmeye, daha bilinçli ve sorumluluk sahibi olmaya iter.
Peki, bu kadar ağır bir sorumluluğun altında ezilmemek için ne yaparız? Çoğu zaman, bilinçli ya da bilinçsiz, bu kaygıdan kaçmaya çalışırız. İşte Sartre buna “kötü inanç (mauvaise foi)” adını verir. Kötü inanç, özgürlüğümüzü ve sorumluluğumuzu inkar etme çabasıdır. “Ben böyle olmak zorundayım,” “Koşullar beni mecbur bıraktı,” “Toplum benden bunu bekliyor,” “Benim yapım bu,” gibi bahaneler üretmek, kötü inancın tipik örnekleridir. Sartre’a göre, bir garsonun “mükemmel garson” rolünü abartılı bir şekilde oynaması, sadece bir rol icra ettiğini ve kendi özgür seçimlerini görmezden geldiğini gösterir. Ya da bir memurun “ben sadece emirleri uyguluyorum” diyerek sorumluluktan kaçması, kötü inanca bir başka örnektir. Kötü inanç, aslında kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Kendi özgürlüğümüzden kaçmaya çalışırken, kendi potansiyelimizi ve otantik varlığımızı inkar ederiz. Sartre, ne olursa olsun her zaman bir seçeneğimiz olduğunu savunur. Bir hapis hücresindeki mahkûm bile, hücrenin duvarlarına isyan etme, intihar etme ya da durumu kabullenme gibi seçeneklere sahiptir. Koşullar ne kadar kısıtlayıcı olursa olsun, onlara karşı nasıl bir tavır alacağımız her zaman bizim elimizdedir.
Sartre’ın amacı bizi depresyona sürüklemek değil, tam tersine, bizi daha otantik (hakiki) bir yaşama davet etmektir. Kötü inançtan sıyrılıp, varoluşsal kaygıyla yüzleşmek, kendi özgürlüğümüzü ve sorumluluğumuzu tam olarak kucaklamak anlamına gelir. Bu, hayatımızın kontrolünü ele almak, kendi değerlerimizi yaratmak ve eylemlerimizin tüm sonuçlarına sahip çıkmak demektir. Kolay bir yol değil, evet. Ama düşünsenize, kendi hayatınızın mimarı olmaktan daha güçlü ve daha anlamlı ne olabilir ki?
Sevgili arkadaşlar, Sartre’ın felsefesi bize şunu fısıldıyor: “Sen özgürsün, her şey senin seçimlerinle şekilleniyor ve bunun tüm sorumluluğu senin omuzlarında.” Bu düşünceyle yüzleşmek başta ürkütücü gelse de, aslında bize müthiş bir güç verir. Demek ki hayatımızdaki değiştirmek istediğimiz her şey, yeni bir seçimle, yeni bir eylemle başlayabilir. Yaptığımız her seçimle kendi kendimizi yeniden yaratma imkânına sahibiz. Belki de şimdi, kendi hayatlarımızın direksiyonuna daha bilinçli bir şekilde geçme ve varoluşsal kaygımızı bir itici güç olarak kullanma zamanıdır. Unutmayın, seçim sizin, sorumluluk sizin ve dolayısıyla hayatınızın anlamı da tamamen sizin elinizde. Sartre’ın bu çağrısına kulak verip, kendi eşsiz varoluşumuzu cesurca inşa etmeye ne dersiniz?